14 Kasım 2013

DİSTOPYA


yapılması gereken
Distopya Ütopyanın antitezi olarak ileri sürülmüş bir kavramdır. Karanlık gelecek tasvirleri hep distopya kavramı altında hayat bulur. Toplum bununla beslenen kitapları, filmleri sever. Bu tip bir geleceğin uzakta olmasına şükreder. Herşeye rağmen ütopik bir gelecek hayaliyle umutlarını yeşertir. Dün saat 18-18.30 sıralarında mecidiköyden zincirlikuyuya yürürken İstanbulda, korktuğumuz distopyanın aslında çoktan gerçekleşmiş olduğunu fark ettim. Eski Ali Sami Yen stadyumunun yerinde ağdalı ve vaadeden reklam tabelalarının ardında yükselen Quasar rezidansı gökyüzüne ilerlerken mutsuz orta sınıf otobüslerin ve servislerin içinde şehrin dışındaki gettolarına doğru ilerliyordu. Çünkü her geçen gün hakim sınıf orta sınıfı yavaş yavaş şehrin dışında bulunan gettolara atmayı başardı. Onlara bu bölgelerde niteliksiz ama pahalı evler yaptılar ve yüksek meblağlarla sisteme borçlandırdılar. Orta sınıfı suçlayamam. Onlara da bu hayatta tutunacak bir dal lazımdı ve İstanbulda  bir şeye sahip olabilmeyi çıkış yolu olarak gördüler. Bu noktada orta sınıf olmak aslında alt gelir grubuna dahil olan bir grup olmaktan çok daha zor ve acı. Çünkü eğitimsiz ve düşük gelirli bir birey önünü görür ve potansiyelsizdir. Hayatı planlı ve mütevazidir. Hayatını kolaylaştırmaya yönelik hamleler yapar ve aslında ömür boyu sistemin kölesi olmasına rağmen nispeten rahat eder. Az şeye sahiptir dolayısıyla hayatındaki dalgalanmalar çok risk taşımaz. Oysa orta sınıf her zaman umutla doludur. Potansiyeli vardır. İyi eğitimli olduğunu düşünür. Fakat çoktan tuzağa düşmüş, geleceğini birçok temel ihtiyaç için şimdiden taahhüt etmiştir. Sürekli borç öder ve üst sınıfın yerini alamayacak kadar meşguldür. Her gün tıpış tıpış sadece çalışmasına izin verildiği alandan kilometrelerce uzaktaki gettosuna gider. Quasarın reklamlarını her akşam iş çıkışında okur, m2 fiyatının 6000 dolardan başladığını görür ve ülkesindeki inşaat teknolojisiyle gururlanır. Aslında amansız bir öğütücünün tam ortasındadır. Ama verdiği sözler, hissetmesine rağmen bu sistemi distopya olarak nitelemesini engeller. Akşam şirin evinde 3 saatlik dizi maratonu onu beklemektedir.

31 Ekim 2013

Stranger Than Fiction

Stranger Than Fiction 2007 yapımı bir Mark Forster filmi. Bu naif ve sıradışı senaryoya sahip filmin konusu Şikago'da geçiyor. Şimdilerde World War Z ve ile üst lige çıkmış olan yönetmen bu filmde stilize görüntülerle mimari mekanların tüm büyüsünü dışa vuruyor. 

Altta bulunan 6 görüntü filmin kahramanı Harold'un işyerinden arkadaşı Dave a ait apartman katına ait. Harold filmde bir süre bu evde kalıyor. Bu ev adeta kahramanın hayatında yaşadığı değişikliğin metaforik bir dışa vurumu. Formlar ve düzen adeta tekdüzeliğe meydan okuyor. Mobilyalar eve çok uygunlar ve gerçekten müthişler.






Yapının adı River City Condominiums. 1983 yılında fütüristik mimar Bertrand Goldberg tarafından tasarlanmış. Bu işin detaylarını ve diğer müthiş işleri için merhum mimarın http://bertrandgoldberg.org/ sitesi incelenebilir. Gerçekten çok ilginç projeler mevcut. 
Bu dairelerin kiraları yaklaşık 1000$. Satın almak için 100.000$'ı gözden çıkarmalısınız.

Altta görünen görüntüler de çeşitli diğer mekanlara ait. Bu alanlardaki yaşama biraz da olsa tanık olmak için filmi izlemek lazım.
Harold'un işyeri


Harold'un yaşadığı kompleks
 Ana Pascal'a ait pastanenin müthiş merdiveni.
 İllinois Ünivesitesi.
 İllinois Ünivesitesi.




20 Ocak 2013

WATCHMEN


Watchmen, karakterlerin katmanlı derinlikleri sayesinde ve kurgusal açıdan grafik romanda bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. TIME dergisi, en iyi 100 ingilizce roman seçkisinde bu esere de yer veriyor. Listenin tek grafik romanı olan Watchmen aynı zamanda prestijli HUGO ödülünün de sahibi. 80li yıllarda ülkemizde başlayan anti çizgiroman yaklaşımı bu tip romanlara karşı mesafeli kalmamıza neden oluyor. Herhangi bir romanda en ufak bir çizgisel betimleme gördüğümüzde hemen çocuklara yönelik diye romanı yaftalamaktan kendimizi alamıyoruz. Popülere olan amansız düşkünlüğümüz çocukça ve cahilce değilmiş gibi bu tip sanat eserlerine burun kıvırıyoruz. Bu sebeple Watchmen Türkiyede Türkçe olarak ilk kez film uyarlamasından sonra  2009 yılında basıldı. Amerikada ilk kez 12 sayılık fasiküller halinde 1986-1987 yılları arasında DC Comics tarafından basılmış.
Watchmen aslında bir paralel evren hikayesi. Amerikada ortaya çıkan masum maskeli kahraman furyasına bir tanrının yani Dr. Manhattan’ın katılmasıyla  birlikte başta dünyadaki güç dengeleri olmak üzere herşey değişiyor. Dr.Manhattanbir deney kazasından öylesine üstün güçlerle çıkıyor ki Süpermen, yanında adeta bir termit kadar değerli kalıyor. Onun yardımıyla Amerika Vietnam savaşını kazanıyor. Watergate skandalı örtbas ediliyor ve Nixon 4. Kez başkan seçiliyor. SSCB Dr. Manhattan sayesinde kovuğundan çıkamıyor ve bilenerek kendi içine daha da kapanıyor. Soğuk savaş üstü kapalı şekilde devam ediyor. Dr. Manhattan’ın varlığı aslında bir dünya polisliğiyken taraflılığı, taraflar arasındaki düşmanlığı içten içe arttırıyor. Bu süreçte diğer kahramanların da içinde bulunduğu birtakım olaylar bu hassas belki de sahte dengenin bozulmasını sağlayarak akılalmaz bir sona gidişi başlatıyor. Bu süreçte şahit olduğumuz hikayelerin griftliği karakterlerin çok katmanlılığı ve ana kurgu hayret verici derecede benzersiz. Ayrıca insanlığa ve medeniyete karşı keskin bir varoluş eleştiriside var. İnşa etmek için didindiğimiz ütopik cennetimizin nasıl bir cehenneme dönüştüğüne şahitlik ediyoruz.
İlk nesil Gece Kuşu (Nite Owl) Hollis Masonun kurgu otobiyografisi “Kukuletanın Altında”ya roman içinde yer verilmiş. Sıradan insanın bir maskeli kahramana dönüşmesi ve sonraki süreç çok büyük bir soğuk gerçekçilikle anlatılıyor. Bu süreci kimisizengin, kimisi soğuk bir morgda kimisi de akıl hastanesinde bitirmiş. Delilik ve mantık arasında gidip gelen bir dönem. Zaten Nixon, hesabına çalışanlardışında Keene yasasıyla maskeli kahramanlık müessesini de bir süre sonra ortadan kaldırıyor. Herkes köşesine çekiliyor. Fakat bir kırılma anıyla beraber herşeyyeniden canlanıyor. Romanda en keskin tespitleri de karanlık Rorschach ve Komedyen yapıyor.  Ama eşek şakasında komedyenin pabucunu dama atacak bir daha var.
Son olarak Grafik romanın yaratıcısı Alan Moore filmden nefret ediyor. Ben filmi sevdim ve başarılı bir uyarlama olduğunu düşünüyorum.

Minutemen Kadrosu:
  • Nite Owl I- Hollis Mason
  • Silk Spectre I- SallyJupiter (Sally Juspeczyk)
  • Captain Metropolis- Nelson Gardner
  • Hooded Justice
  • Dollar Bill- Bill Brady
  • Mothman- Byron Lewis
  • The Silhouette- Ursula Zandt
Watchmen Kadrosu:
 
  • The Comedian -Edward Morgan Blake
  • Doctor Manhattan-Dr. Jonathan "Jon"Osterman
  • Nite Owl II-Daniel Dreiberg
  • Ozymandias-Adrian Veidt
  • Rorschach-Walter Joseph Kovacs
  • Silk Spectre II-Laurie Juspeczyk

20 Ekim 2012

PROMETHEUS

 
Ridley Scott un 1979 yapımı Alien filmini ilk defa show tv de öğle kuşağında seyretmiştim. Alien gemiye girmeyi başardı ve kan gövdeyi götürdü. Fakat grubun zayıf halkalarından Ripley bir türlü ölmüyordu. Filmin o yaşlarda bana tanıdık gelen yüzü John Hurt bile telef olurken Ripley yaradana sığınıp hep paçayı kurtarıyordu. Bu durum korku ve gerilim filmlerinde sona kalan kadın figürünün önünü de açtı. Bu filmde Ripley mücadele ettikçe güçlenirken hayatta kalma durumu yolunu açtığı filmlerin aksine olağanlaşıyordu. Yani Alien abimizin bir kusuru yoktu. Ripleyde şeytan tüyü ve hayatta kalma yeteneği vardı.
O dönem Alien nasıl nefesimi kestiyse açıkçası bilgisayar ekranımdan seyrettiğim Prometheus ta nefesimi kesti. Sinemada görmediğime oldukça hayıflandım. Zaten ne zaman bir ekip yeni bir şeyler bulmak için bir uzay gemisine toplansa benim nazarımda film zaten +1 ile yola çıkıyor demektir. O gemide ben de oluyor sona kalan kadınla cangılın ortasından ben de topukluyorum. Prometheus oldukça etkileyici bir film. Ekibimiz bizi yaratanlar ya da atalarımız hakkında geçmişten izler bulup izlerin işaret ettiği gezegene gidiyorlar. Ummadıkları bazı durumlarla karşı karşıya kalıyorlar. Bu defa kahramanlar şaşırtıcı şekilde herkesin merak ettiği soruları sormayı başarıyorlar. Ama cevaplar için ikinci filmi beklemeliyiz. Klostrofobik bir gemi, neye hizmet ettiği bilinmeyen tekinsiz bir android, abartılı bir şekilde yaşlandırılmış guy pierce, kompakt ama son derece gelişmiş bir teknoloji. Güvensizlik meselesi biraz daha vurgulanıp gemi daha da kasvetli hale getirilebilirdi. Ayrıca yapının haritasını çıkaran köpeklere de bayıldım. Bu tip fütürist filmlerin aslında jules verne romanlarından farkı yok.  Filmin Alien serisine çaktığı selam da filmin sonunda haaa öylemiymiş fısıltılarıyla taçlanıyor. Seyredin seyrettirin. Enfes.

6 Eylül 2012

NEDS- BU ÇOCUKLARA BULAŞMA!

1970 lerin İskoçyası. John McGill orta okulu dereceyle bitirir ve gururlu bir törenle mezun olur. Tozpembe gün gideceği lisede okuyan bir çocuk tarafından yolu kesilip ağır şekilde tehdit edilince aniden bitiverir. Aslında izleyiciyi de böyle bir stilize bir Amerikan Banliyö okul sahnesinden küfür dolu psikolojik bir tacize sürüklenmek şoke eder. Talihsiz tehditkarın bilmediği şey Johnun bölgenin arızası Benny nin kardeşi olduğu gerçeğidir. Benny Çocuğa haddini bildirir. John lise boyunca Bennynin kötü namı yüzünden ön yargılarla boğuşur. Sonunda kaçınılmaz olan değişim başlar. 
Neds kavramı İskoçyada polislerin eğitimsiz çocuk suçluları sınıflandırırken verilen ismin kısaltması: Non-Educated Delinquents
Filmin yönetmeni Peter Mullan aktör oyunculardan. Filmde de kısa bir rolde oynuyor. Johnun alkolik babası olarak karşımıza çıkıyor. Filmin oldukça berrak bir anlatımı var. Dönemini mükemmel şekilde yansıtıyor. Bireyi yalnızlaştıran eğitim sistemine sağlam şekilde giydiriyor. İşin acı yanı filmde yerden yere vurulan eğitim sisteminin bizimkinden iyi durumda olması. Film, ilk yarısı mizah yüklüyken ikinci yarısı şiddet dolu bir kara filme dönüşüyor. Mullan seyirciyi metafor banyosu yaptırıyor. Johnu oynayan Conor McCarron un ilk filmi ve nerdeyse Baba filmindeki Al Paçino kadar sağlam bir dönüşüm performansı sergiliyor. Çocuk, şiddet bağlamında film bana Sineklerin Tanrısını da hatırlattı. Film, sokaklarda olan bitenlere baktığınızda çocuğunuzun, çocukluğunuzun elinizden ne denli kolay kayıp gidebileceği hususunda da sanki ders vermeye de soyunmuş. Buna rağmen tavsiyem tabii ki çocuklarınızla izlememeniz yönünde. Hem küfür hem de şiddet salonunuza adeta kamyonla dökülüyor. Bu filmde çocukların değil yetişkinlerin alması gereken dersler var. Kapanış sahnesi de ancak başyapıtlarda göreceğiniz türden.

7 Haziran 2012

GÜZELLİK

Güzellik bir mutluluk vaadidir. Ne zaman güzel birşey görsek ona ulaşmanın ona benzemenin ne kadar zor olduğunu düşünür hüzünleniriz. Yıllar önce kovulduğumuz cennetin yeryüzüne yansımasıdır güzellik.

9 Nisan 2012

The Descendants

Film, Matt King'in (George Clooney) mutsuz bir monoloğuyla başlıyor. Sırf cennet gibi bir adada yaşamanın tek başına insanı mutlu edemeyeceğinden ve bunun anakaradaki arkadaşları tarafından anlaşılmamasından yakınıyor. Aslında karısının ölüm döşeğinde olması da bu hissiyatı güçlü şekilde besliyor. Matt aslında pek te ilgilenmediği kızlarıyla da bu yoklukta ilgilenmek zorunda kalıyor ki bu da uzmanlaştığı tüm alanların maalesef dışında kalıyor. Bir çok profesyonel durum için uzman sayılan Matt kızlarının idaresinde çuvallıyor. Buna kızlarına annelerinin öleceği gerçeğini söylemek te dahil. Bir yandan da ailesine ait, bir vakfa bağlı tam 100.000 dönümlük arazinin satışıyla ilgilenmek zorunda kalıyor. Matt bu süreçte karısının kendisini aldattığını öğrenince filmin seyri biraz değişiyor. İnsanlara ölüm kavramından uzaklaşmak ve sadakati irdelemek daha kolay geliyor. Ölümden daha kolay içselleştirebilecekleri sadakatsizlik adeta bir can simidine dönüşüyor. Ölüm kavramı sorgulanamadığından, ölmek ve yalnız bırakma eylemleri hep sadakatsızlık üzerinden cezalandırılıyor. George Clooney takdir edilesi bir performans sergiliyor. Film çok samimi ve içten. Yönetmen Alexander Payne bağımsız film jargonuna sonuna kadar sadık kalıyor. Film bir hesaplaşma ve yüklerden arınma filmi. Belki de arka plandaki Havai, trajedinin dozunu hafifletiyor. En olmadık zamanlarda bile ufak espriler var. Sid karakteri yol yordam bilmeyen adam olarak bu yükü sırtlıyor.
Sonuç olarak filmin final sahnesi her milletten insanın özdeşleşebileceği tarzdan.
Ailecek çok sevdik.

12 Şubat 2012

Hayatımdan Memnun Değilim Psikolojisi

Geçen gün gazetelerde facebook tarzı sosyal ağların insanları mutsuz yaptığına dair bir haber çıktı. Bunun nedeni insanların kendi hayatlarını arkadaşlarının hayatlarıyla karşılaştırması ve arkadaşlarının çok mutlu olduklarına kanaat getirip kıskançlıkla karışık bir mutsuzluk duygusuna kapılmasıymış.
Çünkü facebook da insanların hayatlarının gerçekten de rafine halini görüyoruz. Profillerinde İnsanların mutlu evlilikleri, herzaman gezecekleri paraları ve hayatı paylaştıkları fantastik dostları var. Çoğu zaman bu yüzlerini gösterirken riyakar davranıyorlar. İnsanlarla buluştuğunuzda siz sıkıntıdan kıvranırken onlar muhteşem hayatlarından bahsediyorlar.  Taa ki siz minik bir sırrınızdan bahsedinceye kadar. Benim insanların başına gelmesinden hoşlanmayacağı boşanmaya çalışmak gibi bir derdim var. Ama bu benim zaten başıma geldiği ve üzerinden zaman da geçtiği için kabullendim. İnsanlar hal dert sorduğunda bundan bahsedince insanların tutumu değişiyor. Hayatlarındaki karanlık noktalara açılan kapılar ardına kadar açılıyor ve karanlık üzerinize boşalıyor. Bu gerçekler için bir bedel ödemek gibi. Dertlerim insanların gerçek yüzünü görmek için bir anahtar oldu benim için şu ana kadar. Karşımdakiler benim ödediğim bedelleri öğrenmeyi büyük bir lütuf sayıp kendi sırlarını döktüler. Facebook taki gibi demo hayatlar yok. Tüm numarası fragman olan insanları sinemaya çekmeye çalışan kötü filmler gibi. Çekilen mutlu fotoğrafların ardından hiç konuşmayan çiftler, gittiği geziden nefret eden insanlarla dolu etraf. Bazı şeyler olması gerektiği gibi. Ama ahaliye (society der ecnebiler) oynanması gereken bir mutluluk oyunu var. Eskiden sadece kendi kendimize yaşa dığımız hayat daha güzeldi. Mutsuzsak mutsuzduk.
Şimdi hayatlarımızı kendi ellerimizle TRUMAN'ın hayatına dönüştürüyoruz. Farkımız, O bundan bihaberdi. Mutluydu ama gerçekleri öğrenince buna son verdi. Biz bunu biliyoruz. Mutsuzuz ama bir iki olumlu yorum kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyor. Gerçekten o hayatı yaşadığımıza bir an biz de inanıyor ve devam ediyoruz.

22 Ocak 2012

CLASH OF THE DELICIOUS-Kahve VS. Çikolata

Ağzınıza bir çikolata atın. Ağzınıza tadını yayıp başlar krallığını kurmaya. Kahvenizden yudumlayın. Hızlıca girer devreye ve biraz bastırır çikolatayı. Sonra savaş başlar. Savaşı katı olmanın verdiği avantajla çikolata kazanır. Ama bu mücadeleden zaferle ayrılmanın verdiği güçle daha lezzetli ve keyiflidir. Tat reseptörleri bayram eder.

26 Ağustos 2011

YAPAMAMAK

Başlayamıyorum. Başlarsam bitiremem.
Zaman dar, ben güçsüzüm.
İçimdeki güce herzaman inandım.
Ama zamanı geldiğinde onu yerinde bulamıyorum.
Prensipler edinmek, kabullenmek vicdanımı temizler mi?
Varlığının müptelası olduğum o gücü dönüp tekrar arar mıyım?
Aramaktan vazgeçer soyut gerçekliğe gömülür müyüm?
Sadece öğrenerek edindiğimiz korkudan uzak durur muyum?
Sıradanlığımı kabul eder miyim?
Havada süzülüyorum rüzgar yok.
Düşüyor muyum yoksa uçuyor muyum hiç fikrim yok.
Tutunmak istemiyorum.
Hayal kırıklığı o kadar büyük ki bir yere çarpana kadar bekleyeceğim.
Ben sonsuzluğa gömüldüğümde, beklediğim, gözlerini ovuşturarak ortaya çıkıp,
Daha önce hiç görmediği güneşe bakmaya çalışacak.

7 Ağustos 2011

CENNET

Hayatta birbirine üstünlük sağlayan duygular vardır. Güçlü olduğunu düşündüğünüz duygularınız çok fazla tetiklenen daha zayıf duygularınız tarafından bastırılabilir. Vicdanen çok güçlüsünüzdür.Hatta bazen kendinizi feda edebilecek kadar. Fakat mutsuzluğunuz gün gelir vicdanınızı size unutturur. Biri diğerinin ağırlığına dayanamayarak kırılır. Bu kırılma anlık değildir. Hayatınızın geri kalanına da etki eder. Büyük kararlar almak böyle anlarda gerçekleşir. Bu bir devrim değil kurtuluştur.Süreçten pek sağlam çıkmamışsınızdır aslında, ama dedikleri gibi sizi öldürmeyen şey güçlü kılar. Değişmişsinizdir. 

İnsanlar hata yapar. Bazen hataları veya kötü gidişleri peşinen değerlendirip kederleniriz. Oysa aslolan yolun sonudur. Seçimler, bazen de sizin etki edemediğiniz bazı dış etkenler kaderinizi belirler. Bu akılalmaz bir tren yolu ağı gibidir. Makaslar rastgele değişir siz bambaşka yönlere saparsınız. Yol kötüyse üzülürsünüz bazen tanrıya sitem etme cüretini gösterirsiniz. Tanrı mahçup etmeyi sever. Yeminlerinizi size tek tek yedirir. Her manifestonuza bir cevabı vardır.Yolun sonunda sizi cennete çıkarıverir. 

Şimdi cennetteyim. Benim cennetimdeyim. Konuşuyorum. Görüyorum. Kokluyorum. Cennetime yürürken yorulmuyor kavuşunca yenileniyorum. Suyundan içtiğim her an, yeni bir ben hayat buluyor bu yeşil vadilerde. Her gün yeniden doğuyorum. Güneşi ne yakıyor ne de ışıksız bırakıyor. O kadar güçlü ki, gözlerim dağların ardını görüyor. Eğilip bir çiçeği inceliyorum. Kusursuzluğu aklımı başımdan alıyor. Gökyüzü mavi bir okyanus, deniz mavi bir gökyüzü. Mavi ağaçlarda mor baykuşlar bana gülümsüyor. Tavus kuşlarından daha güzeller. Doğa, naif bir kadın gibi. Sol eli, büyük bir nezaketle havada duruyor. Parmaklarının ucunda gözlerime bakıyor. Etrafımdaki görkemin etkisi altında cevap bile veremiyorum bu derin gözlere. O kadar derin ve güzeller ki sanki tüm galaksi bu gözlerin içinde hayat bulmuş. Arzulanan tüm şeylerin ete kemiğe bürünmüş hali, yaşanan tüm talihsizliklerin negatifi. Sesi daha önce duyulmuş, unutulmuş ve yeniden coşkuyla hatırlanan bir melodi gibi. 

Tanrı yüzüme bakıp hınzırca gülümserken elime bu değerli hediyeyi tutuşturdu. Bunca zaman beni bekleyen ve şans eseri bulduğum benim cennetim.

12 Haziran 2011

Erdoğan İstikrarı

Bugün AKP seçimlerden tekrar büyük bir zaferle ayrıldı. % 50 gibi ezici bir oran ve 325 milletvekiliyle meclisi gene fethetti. Kimileri istikrar istedi, kimleri de yeterince sağlam bir rakip göremedi. Diğerlerinin ülkeyi yönetecegine inanmadı. Peki bu kadar üstüste tek başına iktidar olacak kadar oy alan bir lider ne hisseder? Ve seçim sonuçları onun için ne ifade eder? Tek bir sözcük: AKLANMA
Bunca zaman insanların tepki gösterdiği tüm olumsuzluklar karşısında aklandıklarını düşünüyorlar. Çünkü her seferinde yaptıklarının olumsuzluğuna dair hiçbir işaret almadılar. Dikta ettikleri herşey bir seçimde daha destek gördü. Recep Tayyip Erdoğan gücünü her geçen gün arttırıyor. Ve parlamentoyu es geçip tek başına daha radikal kararlar almaya başlayacak. Çünkü seçmenin kendisine ve onun iradesine oy verdiğini düşünüyor. Aldığı kararların desteklendiğine emin olamasa da en azından çok tepki çekmediğini her seçimde tespit ediyor. Bu onu iradesini bağımsız kullanma yolunda daha da kararlı hale getiriyor. Dolayısıyla korkulması gereken aslında AKP değil lider sıfatındaki ve tüm ülke için karar veren tek bir adamın varlığı. İnsanları bu korkutmalı. Demokrasi denen zırva ne kadar içi boşaltılmış olsa da tek adam iradesi çok daha korkunç. İnsanlar sadece canı acıdığı zaman bu gerçeği görecekler. Şu andaki rutine sarılma duygusu insanları rahatlatıyor. Dikta henüz onların topraklarına uğramamış. Bu ülkede bir sınav skandalı yaşandı ortada tek bir sorumlu bile yok. ÖSYM başkanı görevine devam etse kim itiraz edecek? Ortada ülkenin yarısının oyunu almış tam yetkili bir iktidar var. Bu bir parti iktidarı değil. Kişi iktidarı. RTE istemeden ÖSYM başkanı istese istifa bile edemez. Bunun nasıl bir irade ve kudret olduğunu siz düşünün. Bu ülkede birisi inanılmaz derecede güçleniyor. Bu gücün bir sınırı yok. Recep Tayyip Erdoğanın yetkilerinin artacağı meclisi baypass eden bir referandum yapılsa Erdoğan aynı gün bir süper yetkili başkana dönüşür. Yapmamasının tek nedeni meclisin aslında kendisinin gölgesinden ibaret olması.
İnsanları işte bu güç korkutmalı.

9 Haziran 2011

BARNEY'S VERSİON

Düşüncesizce aşık olmak. Uzayda salınırken bir gezegenin çekim alanına girmek ve hızla atmosfere dalmak. Sürtünme belki tüm derini yok edecek ama derin bir nefes çekebileceksin. İçine neyi çektiğini bile anlayamayacaksın. Belki alışık olmadığın bir hava ciğerlerini yakacak. Ama sonuna kadar ciğerlerini dolduracaksın.Gözlerin belli belirsiz onu görecek. Onu arzulayıp hayatını onunla doldurmak isteyeceksin. Her nereye bakarsan bak onu görmek isteyeceksin. Şanslıysan yalnız olacak ve şanslıysan o da seni sevecek. Hayatı onunla doldururken onun yokluğunun sana yaşatacağı boşluğu hesaplayamayacaksın. Ve ilk hatanda onu kaybettiğinde yokluğu seni yok edecek. Zihnini kaybedip olmayan bir hayatta akılda tutmaya değecek birşey bulamayacaksın. Ve o koskoca hayatta yaşadığın en güzel anların sana şimdi acı vermesi katlanılmaz olacak. Boşluk, anlamsızlık seni duraklatacak. Zihnin hatırlamayı kesecek.

6 Mayıs 2011

MUTSUZLUK

Mutsuzluk insanların kanına farklı şekillerde girer.Öyle dış etkenlerle karşı karşıya kalırsınız ki mutsuzluk kaçınılmaz olur.Kader sizi rahat bırakmaz.Bundan muzdarip insanlar hayatlarını nedensiz bedeller ödeyerek geçirirler.

Bir de neden mutsuz oldukları belli olmayan rahatsız tipler vardır.Hayat standartları fena değildir.Akıllı diye adlandırılırlar ama para kazanma yetenekleri zayıftır.

Cehalet mutluluktur mottosu doğrudur.Çünkü insan doğası sürekli deneyimleme üzerine kurulmuştur.Ruhu ayakta tutan sürekli yenilenmedir.Rutinin güvenilirliği insanların kendilerini korumak için sığındıkları bir limandır. Oysa ruhlarını günden güne öldürür.Okuyan, gezen, farkeden insanlar bunu bilirler ve aksi için çaba gösterirler.Deneyimlendirdikleri şeyler günbe gün artar.Hatta bazıları mikro ölçekten makro ölçeğe geçerler.Dağarcıklarını doldurdukça yükselirler ve çevrelerini en yüksekten görürler.Sokakta gezen biri köşeden çıkan bir baloncuyu görüp şaşırırken yükselen arkadaş onu saatler önce görmüştür ve zamanla sıkılarak izlemeyi bırakmıştır.Sokaktaki kişinin de deneyimleme süreci aslında uçanla aynıdır.Fakat sokaktaki, deneyimleme sürecini bilinçli olarak asla içselleştiremez ve tekrar tekrar yaşasa da her deneyimi ilk gibi olur ve geçicidir.Bu algısal eksiklik onun yükselmesini engeller.Uçan adam film seyrederken aktörün rol yapma ustalığına kilitlenirken sokaktaki adam sahnenin soyut gerçekliğine sığınır.Bu akıl almaz gerçeklik algısı uçan adamı hissizleştirir.Çünkü her bilinmezi bir varoluş sebebine dayandırma yeteneği kazanmıştır.Bu onu hissizleştirip derin bir mutsuzluğa sürükler.Çünkü yeni deneyimleme süreçlerine girmekte zorlanmaya başlar.Mutsuzluğunun temel kaynağı hep uçabilmesi hem de hep aynı yükseklikte kalmasıdır.Çünkü bileğinden yeryüzüne bağlıdır.İçi ağzına kadar helyum gazıyla doludur ama iplerinden kurtulamaz.Yeryüzünde bağlandığı yer ise işidir.Ayakta kalmak için çalışmalıdır.Bedeni onun hapisanesidir.Onun ihiyaçları ve gerçeklik onu yok eder.Deneyimlemeye alışmış bünyesi artık hayatının kısıtlanması yüzünden tıkanmaya başlar.Çevresindeki şeyler görünmez olur ve boşlukta sürüklenir.
Herşeyden sıkılır.
En korkuncu da bu sıkıntısı ve mutsuzluğu alışkanlık haline gelir.

26 Nisan 2011

DOĞU İZLENİMLERİ

Gün-1
ERZURUM
Sabah uçaktan indiğimde beklediğimin aksine ılıman bir hava vardı.Şehri sabunlu dev bir süngerle temizlemeyi hayal ettim.Havanın kasvetinden olsa gerek herşey bana kirli görünüyordu.Alışık olmadığım bir ufuk algılaması vardı.Uzun boş düzlükler ve masalsı görüntüsüyle kaçkar dağları karşımızda uzanıyordu.Bulutlar zirveyi gizliyordu.Hemen arkasında Rize var dediklerinde mesafe algılamam allak bullak oldu.Sıkışık kentlerde böyle uzun algılamalar pek yaşanmaz.

İşimizi bitirdikten sonra yediğim en lezzetli eti bu kentte tattım.Meşhur Cağ Kebabı.Bir yiyeceği lezzetli yapanın kullanılan malzeme olduğunu orda anladım.İyi teknik ancak iyi malzemeyle bir araya gelince güzel sonuç veriyor.Bilmeyenler için Cağ Kebabı yağlı kuzu budundan hazırlanan yatık döner şeklinde odun ateşinde pişirilip şişlerle servis ediliyor.Lavaş ekmeğiyle yeniyor.Erzurum anavatanı.Yediğin en lezzetli etti diyebilirim.


Erzurumda çok etkileyici bir yapıyı da gezme fırsatı buldum.Bir Anadolu Selçuklu yapısı olan Çifte Minareli Medrese.Genel de bu tip yerlerden sıkılacağımı düşünürüm.Ama içeri girdiğimde çok etkilendim.Muazzam taş oymacılığı karşısında büyülendim.İç avlulu yapı içte iki katlı öğrenci odalarıyla çevrili bir yapı.Ama işlevinin yanında ruhani bir çekiciliği var.Müslümanlıkla ilgili motiflerden çok orta asya motifleri yapıya hakim.Meşhur çift başlı kartal buna örnek.Gücü ve ölümsüzlüğü simgeliyor.Lakin bakım berbat.Heryerden ne işe yaradığı belli olmayan kablolar geçiyor.Girişe çivilerle kermes ilanları asılmış.Bu çiviler yapının yüzeyine çakılmış.Yapı harap durumda.Yani işletme tam anlamıyla skandal.

Palandökene de çıktım.Bölgeye Polat otelleri hakim.Pist az ve oldukça dik.Kar kalitesinden pek anlamam gerçi.Tepeler çırılçıplak tek bir ağaç yok.Yani çamların arasından kayma hayalleriniz olmasın.Kar eriyince oldukça üzücü bir çıplaklık oluşuyor.Üniversiad sayesinde bir kaç özel tesis yapılmış o kadar.Ama kimse bölgede bir olimpiyat yapıldığını iddia edemez.Kar makineleri başıboş.Yükleyip hurdaya satsak kimse ne yapıyorsun kardeşim demez.Şaşırdık.

Üniversiad için yapılan uzun atlama tesislerini de gördük.Kulenin üstünde kafeler var.Ama haftaiçi asansörler çalışmadığı için merdivenlerden çıkıp yapılan olimpiyatların hakkını vermek zorunda kalıyorsunuz.Yapı işçiliği tam bir rezalet.Müteahhit işi yetiştirmek için bütün imalatları yalayıp yalayıp yapıştırmış gibi.Verilen paralara yazık.Kule mimarisi zaten ilkokulda ödül kazanan 1.sınıf öğrenci resmi kıvamında.Kötü işçilik te bu hamlığı perçinlemiş.

Erzurumda içki içmek ve sohbet etmek için yer bulmak ta biraz güç.Ama az da olsa güzel bir kaç yer var. Öğretmenevinde kalmanızı tavsiye ederim.Dışarda misafir aldıkları gibi hem temiz hem makul fiyatlı bir konaklama tercihi olacaktır.

13 Ocak 2011

"Sen sadece bir insansın."

Marcus Aurelius Antoninus Augustus Roma İmparatorluğunun Beş İyi İmparator'unun sonuncusudur.Aurelius büyük savaşların dönüşlerinde Roma meydanını sandaletleriyle çiğnerken halk muhteşem karşılama törenleri hazırlayarak şükranlarını sunarmış.Rivayet edilir ki bu süreçte bir uşak Aurelius'un kulağına hep "sen sadece bir insansın" diye  fısıldarmış.Bu onun gerçekle bağlarını koparmasını önleyen önemli bir önlem.Çünkü gerçekle bağı kopan biri herşeyini kaybeder.
Bunu günümüzde siyasi liderlerin dalkavukları  negatif  yönde layığıyla yapıyor.O dönemde seçime ihtiyacı olmayan bir imparator bile böylesine gerçekçi ve bilinçliyken şu anda her seçim döneminde boyunun ölçüsünü alan siyasetçiler gene dalkavuklarının yanıltmasıyla koltuklarını bırakmıyorlar.Tabi onlar da bu rüya aleminden  uyanmak istemedikleri için pek kolay kanıyorlar bu spekülasyonlara.

Devlet Bahçeli iktidar olmak için ihtiyaç duyulan 19 milyon oy formülünü açıklarken akılları karışan partililer başkanın "bu inandırıcı olmayan bir hesap mıdır?" çıkışıyla veriyorlar alkışı coşkuyu.Bahçelinin gerçeklik bilinci de bu durumu görünce somutlaşıp sıcak ülkelere doğru egzotik bir tatile çıkıyor.

Bunu tekrar iktidar hayalleri kuran Siyonizm savaşçısı Necmettin Erbakan'ın kıyamet gibi geçen kurultaylarında da hissediyorum.Onca insan Erbakanın yerine bir lider koyamamanın üzüntüsüyle oturup toplu ağlama törenleri tertip etmek yerine Erbakan'ın gerçeklik bilincini yok etmekle meşguller.Herşeyin sorumlusunu siyonizm ilan eden bir liderin en cafcaflı ve dinamik dönemlerinde yenemediği bir gücü şimdi gözüne kestirmesi çok cesurca.

Şimdi de hiçte solcu olmayan CHP'nin parti liderinin başına koyu yeşil CHE bereleri konduruveriyorlar.O da kendini devrimci zannediyor.
Parti liderlerine de bu yanılsama işi cazip geliyor.Çevresindeki dalkavuklar sayesinde bir şizofrenden farksızlaşıyorlar.Onlar gösterişli atlarının üzerinde şanlı bir mücadele yaptıklarının hayaliyle yaşarken biz ellerinde çıkma bir direksiyon simidi ve kafaya ters takılmış bir huni görüyoruz.

26 Aralık 2010

IN BRUGES



F.cking Bruges.
Bunu çok sık duyuyoruz film boyunca Colin Farrelin ağzından.Ama bana bir masal kenti gibi geldi Bruges.İki kiralık katil Belçikanın buralarda pekte popüler olmayan turistik kentinde sürgündeler.Katillerden yaşça büyük olan patronuna sadık Ken(Brendan Gleeson) kenti çok seviyor ve bu süreci sıradan bir turist gibi değerlendirmeye bakıyor.Ray(Colin Farrell) ise biran önce İngiltereye dönmek için yanıp tutuşurken kentin sıkıcılığına her fırsatta giydiriyor.Aralarında ufak bir abi kardeş ilişkisi var.Ken bu delikanlıyı her an kollamaya çalışıyor.Bruges gezilerinin tesadüf olmadığını zamanla öğrenip yaman bir sınavdan geçiyorlar.Dialoglar zekice ve esprilerle işlenmiş.Bruges ile bende özdeşleşen muhteşem piano  parçaları var.Sıradaki oğlanı kurtarmak gibi duygusal metaforlar var.Gerçek dostluk ve fedakarlık var.


Uyuz olduğum Farrell'e bile hayran oldum bu filmde.Gleeson zaten beni her zaman etkilemiştir.Ama kısa sayılabilecek rolünde muhteşem bir karaktere bürünen Ralph Fiennes oldukça etkileyici.Sivri,acımasız,espirili ve fazlasıyla prensiplerine bağlı derin bir karakter.

2 Aralık 2010

Jimmy Morrison

kertenkeleler dünyadan tamamen yok olsalar da sistemde hiçbir değişiklik olmaz, bu yüzden kertenkeleler dünyanın tek bağımsız canlılarıdır ve ben de onların kralı jim morrison’um. 1943’te melbourne florida’ya kuyruklu bir yıldızdan koparak düştüm. yaşamla ölüm arasında gezindim hep ama yaşamı ilk algıladığım an, ölümü, ilk keşfettiğim andı.

o günden beri yaşamın sunulan ve görülenden ibaret olmadığına inandım. daha fazlasını, her zaman, görünenin ardına yaptığım gizemli yolculuklarda aradım, şiir ve müzik ötekilere yumuşak dokunuşlar yapmamı sağladı.

beni daha derin düşünmeye ve görünenin ötesine geçmeye sevk eden en dipsiz korkularıma yoğunlaştım; onlardan korkmak yerine yeni boyutlara geçişin heyecanını hissettim ve korkunun gücü kayboldu. hayatın karanlık tarafıyla ilgilendim hep, kötü olanla, gece zamanıyla, ölümle. gizemlerle yüzleşmenin, daha derine inmenin zarif yollarında yürüdüm.

lise ve üniversitede bir sürü defter tutuyordum ama okulu bıraktığımda aptalca bir şey yaparak hepsini attım. şimdi attığım o iki, üç defterden daha fazla istediğim bir şey yok. geceler boyu o defterlere ne yazdığımı hatırlayabilmek için hipnotize edilmeyi ya da kafamı tamamen dumanlamayı düşünüyorum. ama belki de onları atmasaydım hiçbir zaman emsalsiz bir şey yazamazdım, çünkü onlar temelde okuduğum ya da dinlediğim şeylerin bir birikimiydi, kitaplarda altını çizdiğim cümleler gibi...

şiire hayranım, benim gibi bilinenle bilinmeyen arasında gezinir, pek çok anlama gelebilir, bir labirent ya da bilmece gibi üzerinde düşünülüp insanların kendi durumlarına uyarlanabilir. işte bu yüzden seviyorum şiiri, sonu olmadığı için. insanlar yaşadıkça kelimeleri ve onların bir araya gelişlerini hatırlayacaklar. bir soykırımdan kurtulabilecek şeyler, şiirler ve şarkılardır. kimse bir kitabın tamamını hatırlayamaz. kimse bir filmi, bir heykel ya da bir resmi tam olarak anlatamaz. ama insanoğlu yaşadıkça şiir ve şarkı devam edecektir.

ingiliz blake, fransız baudelaire ve rimbaud, duyguların kara örtülerinin içine beni nazikçe soktular. bu buluşma tüm çırpınışlara bir yol çizdi ve sınırların sonsuzluğunu arama yolculuğu başladı. karanlığa o kadar uzun süre baktım ki artık orada neler olup bittiğini görmeye başladım.

seksi, gizemleri, boyutlar arası seyahatleri, cinayeti, deliliği ve ölümü bu gerçekdışı efsunlu satırlarda buluyorum. ben tek bir bedene hapsedilmiş sonsuz bir köleyim ve satırlarda özgürleşiyor ruhum. düşünceler arasında gezinen küçük bir prens, kanatları olan ölü bir tırtılım.

ben deri ceketli rimbaud’yum. başkaldırı, düzensizlik ve kaosa ilişkin her şey ilgimi çekiyor, özellikle de görünüşte hiçbir anlamı olmayan eylemler. özgür hareket, davranış... olduğundan başka hiçbir şey olmayan eylemler. sonuç yok, sebep yok. yönlendirilmemiş, özgür eylem. eğer bu akışa kapılıp özgürce yaşarsanız çevrenizdeki insanlar farklı bir hareket yaptığınızı düşünür ve huzursuzlanırlar; ya sizden kaçarlar ya da size engel olurlar.

aileler, toplum, devlet ve tüm diğer kurumlar, bütün bencilliklerini ortaya koyarak aynı kalıpta insanlar yetiştirmeye çalışıyorlar. herkes kendi dünyasını hayatından aldığı tecrübelerle kurmalı. insanlar başkaldırmalı, hiçbir siyasi ve toplumsal baskıya boyun eğilmemeli. kurallar yıkılmalı ve her zaman da yıkılacaktır zaten, çünkü bir kuralı yıkma isteğini, yaratan tek şey kuralın varlığıdır. eğer kural olmazsa, onu yıkma isteği de olmaz.

ben bireyi kontrol altına almak isteyen toplumlara, karşı gençliğin isyanını temsil ediyorum. hayatın boğucu atmosferine öfke ve nefret tohumları saçıp bir

yandan da dünyanın geri kalanını eğlendiriyorum. hayatın tozpembe olmadığını biliyorum ve kötü şeyleri görmezden gelip mutlu bir insan rolü yapmanın aptallık olduğunu düşünüyorum. nihilizme sığınıyorum, bilinci, karanlık bilinçaltını ve keşfedilmemiş arzuların dış görünüşlerini benimsiyorum. çılgınlıkların tüm sınırları ne kadar genişletebileceğini merak ediyorum. algıların ötesine geçmek istiyorum. aldous huxley’den beyin ve sinir sisteminin, dışarıdan gelen bilgileri eleyerek kişiye kısıtlı algılama hakkı tanıdığı ancak alkol ve lsd’nin bunların çok ötesinde algılama olanakları yarattığını öğrendim. william blake de beş duyunun, mükemmel derecede gelişip açılmasına dek, bedenin ruhun hapishanesi olduğunu söylemişti.

duyular ruhun pencereleridir...

artık algılamayı değiştiren bu yolların birçoğu, yalnızca doktor kontrolünde elde edilebiliyor ya da yasadışı yollarla. batı kültürü alkol ve tütüne izin veriyor. duvarın öte yanına açılan tüm kimyasal kapılar uyuşturucu , bu kapıları izinsiz açmaya çalışanlar ise keş olarak damgalanıyor. ama kurallar ve yasaklar, ruhun sonsuz keşif yolculuğunun önüne çıkan cılız engellerden öteye geçemeyecekler. eğer gerçekten nelerin uyuştuğunu görmek istiyorsan dikkatlice ve açık bir algıyla çevrene bak, bir süre sonra her şeyin potansiyel uyuşturucu olduğunu göreceksin ve tek yapmam gerekenin algılarını her zaman özgür bırakmak olduğunu anlayacaksın.

tanrılar hayallerle uyuşturur bizleri. bizlere kitaplar, konserler, şiirler, şovlar, sinemalar verirler. sanat yoluyla kafamızı karıştırırlar ve kendi köleliğimizin içinde kör ederler bizleri. sanat, hücre duvarlarımızı süsler, sessiz ve bir örnek tutar bizi. karanlığa zahiri bir ışık tutar, hayali aydınlanmalar yaşatır. farklı bakışlar oluşturur, daha da karmaşıklaştırır görmeye çalıştıklarımızı. sanatın verdiği kişisel tatminlerin şiddeti, seksin bile yerini alacak doygunluklar verir. özgüven ve beğeni sağlayarak daha sivriltir duruşumuzu. sanat aydınlatmaz ya da özgürleştirmez, yoğunlaştırır...

ben de yoğunlaşmanın sınırları denedim, her şeyden büsbütün sıyrıldım. kaybolmuş cenneti arıyorum ve diğer dünyayı hiç düşlememiş birinin beni algılamasını beklemiyordum. algı kapılarının karanlık koridorlarında yılanbaşlı şamanlarla, vahşi hayvanlarla karşılaştım. ateşin şiddeti, seksin çığlıkları kulaklarımda yankılanıyordu.kendimi kaybedercesine savurdum, daha karanlığa ve derine...

hayata değişik bir açıdan bakabildiğime inanıyorum ama içinde yaşamayı becerebildim mi, bilmiyorum... aslına bakarsanız bu pek de umurumda değil. sadece tüm sınırları merak ettim diyelim ve peşinden gittim. bilinen ile bilinmeyen arasındaki kapılara her dokunuşum, ruhumun derinliklerindeki zebanileri özgür bıraktı, kapılardan sızan ışıklar bedenimi hafifletti...yükseliyordum, katman değiştiriyordum...

mutlak muğlaktır...

her şey göründüğünün ötesinde başka duvarlara dayanmıştı ve ben o duvarlara dokunabiliyordum.

görüntünü ardındakine ulaşmanın esrarengizliği ve çekiciliği kaybolmamalı. gizemli, sansasyonel, seksi bir rockstar görünümünün ardındaki ince ve duyarlı şairi gizledim çoğu zaman ama o, bazen şarkı sözlerinde gösterdi kendini. hep şair olarak anılmak istiyorum ve şiirle baş başa kalabilmek için yaratılan bu sahte, imajlardan kurtulmam gerekiyor. belki ölü taklidi yaparak hawaii’ye kaçarım, belki metabolizmam ruhumun arınma sürecine ayak uyduramaz ve iflas eder, belki ölüme kendim giderim, belki de bambaşka bir şey ... ne fark eder ki...

tek istediğim öldükten sonra şiirlerime devam etmek, müziksiz ama ritmik, akıcı ve sonu belirsiz saf şiire...

her şeyin ötesinde, artık sona doğru yaklaştığımı hissediyorum. kusursuz ve arzu dolu bir sona... algıların kapılarını teker teker açarken geçtiğim her eşikte biraz daha sendeliyorum, artık kendimi tutmak gibi bir zorunluluğum yok. alevlerin akışını hissediyorum. titreşimler bedenimi sarıyor, kendimi daha özgür bırakıyorum ve tüm eşikler sonsuz bir hayal gibi ardımda sıralanıyorlar. kıpırdamadan boşluğun içinde kayıyorum, gittikçe hızlanıyor ve yumuşaklaşıyor. sürtünme bedenimi kavrıyor. parmaklarım kıvılcımlar saçıyor, yavaşça ve huzurla enerjiye dönüşüyorum. sonunda ruhumu ve bedenimi tam olarak birbirine karıştırabiliyorum.

bir kuyruklu yıldız olmak istiyorum, herkesin durup baktığı, birbirine gösterdiği bir kuyruklu yıldız, sonra....ansızın bir patlama ve ben yokum.

bir daha hiçbir zaman böyle bir şey göremeyecekler ve beni hiç unutmayacaklar...


(yalın ince, kuyruklu yıldızdan düşen kertenkele, k dergisi, sayı 27, nisan 2007,İtü Sözlükte psycho killer yazıya dökmüş.)

31 Ekim 2010

29 Ekim


Neyi kutluyoruz ey milletim.
Atatürk, cumhuriyeti ilan ettiğinde sosyal bir devlet kurduğunu hayal ediyor bunun böyle devam edeceğini umuyordu.
Medya tarafından yönlendirilen bir toplumun demokrasisinden söz edemeyiz.Temsiliyete dayalı bir toplumda toplumun yapı taşı olan birey düşünmeyi bırakıp boynundaki ip nereye çekerse oraya gitmeye başladığında teoride doğru görünen demokrasi artık işleyemez bir hale gelir.Devletler,sosyal önlemleri bir kenara bırakıp liberalizmi körükledikçe toplumda köleleşme başlar.Devlet tekeldir.Devletinizi aldığı vergiler yüzünden dava edemezsiniz.Aldığı vergilerin karşılığında veremediği hizmet için için onu sorgulayamazsınız.Çünkü artık devlet sizi değil size istihdam yarattığını iddia eden kalantorları önemsemeye başlar.İşsizlikle uğraşacağıma gayrı resmi ekonomiye göz yumarım der ve siz SSK ödemelerinizi internette izlerken koca boşluklarla karşılaşırsınız.Siz belki leziz ve sulu bir elma yemek isterken sistem size bir adet hıyar ve bir adet havuç sunar ve birini seçmenizi bekler.Tabi önceden havucun gözlerinize iyi geleceği konusundaki telkinleriyle kafanızı şişirir.Ve siz havucu elinize aldığınızda işte seçtin der.Evet seçtin çünkü seçme özgürlüğün var.Havucu seçebiliyorsun çünkü demokratik bir ülkede yaşıyorsun.HAYIR.Havucu seçiyorsun çünkü sen yorulmuş,bezmiş ve köleleştirilmiş bir bireysin.
Atatürk bizden bunu istemedi.Cumhuriyet, facebook profillerini Atatürk fotoğraflarına boğarak ya da yakamıza Atatürk rozeti iliştirerek korunmaz. Cumhuriyeti koruma fikrinin olmadığı bir toplum yaratmalıydık.Düşünen, üreten,irdeleyen bir toplum. Atatürk'ün fikirlerinin üzerine koymuş ve artık acıdır ama gerçektir o eski fikirlere ihtiyaç duymayan bir toplum.Sol iktidarlar göreve geldiklerinde yeterince bu gerçeğe tutunamadılar.Zaten sosyal reformlar gerçekleştirebilselerdi bugün hala iktidarda olurlardı.Atatürkün bize olan mirası Atatürk figürlü tişörtlerden çok daha ötesidir.Buna sahiplenmemiz ve  saygı gösterme şeklimizi  değiştimemiz gerekiyor.