20 Ekim 2012

PROMETHEUS

 
Ridley Scott un 1979 yapımı Alien filmini ilk defa show tv de öğle kuşağında seyretmiştim. Alien gemiye girmeyi başardı ve kan gövdeyi götürdü. Fakat grubun zayıf halkalarından Ripley bir türlü ölmüyordu. Filmin o yaşlarda bana tanıdık gelen yüzü John Hurt bile telef olurken Ripley yaradana sığınıp hep paçayı kurtarıyordu. Bu durum korku ve gerilim filmlerinde sona kalan kadın figürünün önünü de açtı. Bu filmde Ripley mücadele ettikçe güçlenirken hayatta kalma durumu yolunu açtığı filmlerin aksine olağanlaşıyordu. Yani Alien abimizin bir kusuru yoktu. Ripleyde şeytan tüyü ve hayatta kalma yeteneği vardı.
O dönem Alien nasıl nefesimi kestiyse açıkçası bilgisayar ekranımdan seyrettiğim Prometheus ta nefesimi kesti. Sinemada görmediğime oldukça hayıflandım. Zaten ne zaman bir ekip yeni bir şeyler bulmak için bir uzay gemisine toplansa benim nazarımda film zaten +1 ile yola çıkıyor demektir. O gemide ben de oluyor sona kalan kadınla cangılın ortasından ben de topukluyorum. Prometheus oldukça etkileyici bir film. Ekibimiz bizi yaratanlar ya da atalarımız hakkında geçmişten izler bulup izlerin işaret ettiği gezegene gidiyorlar. Ummadıkları bazı durumlarla karşı karşıya kalıyorlar. Bu defa kahramanlar şaşırtıcı şekilde herkesin merak ettiği soruları sormayı başarıyorlar. Ama cevaplar için ikinci filmi beklemeliyiz. Klostrofobik bir gemi, neye hizmet ettiği bilinmeyen tekinsiz bir android, abartılı bir şekilde yaşlandırılmış guy pierce, kompakt ama son derece gelişmiş bir teknoloji. Güvensizlik meselesi biraz daha vurgulanıp gemi daha da kasvetli hale getirilebilirdi. Ayrıca yapının haritasını çıkaran köpeklere de bayıldım. Bu tip fütürist filmlerin aslında jules verne romanlarından farkı yok.  Filmin Alien serisine çaktığı selam da filmin sonunda haaa öylemiymiş fısıltılarıyla taçlanıyor. Seyredin seyrettirin. Enfes.

6 Eylül 2012

NEDS- BU ÇOCUKLARA BULAŞMA!

1970 lerin İskoçyası. John McGill orta okulu dereceyle bitirir ve gururlu bir törenle mezun olur. Tozpembe gün gideceği lisede okuyan bir çocuk tarafından yolu kesilip ağır şekilde tehdit edilince aniden bitiverir. Aslında izleyiciyi de böyle bir stilize bir Amerikan Banliyö okul sahnesinden küfür dolu psikolojik bir tacize sürüklenmek şoke eder. Talihsiz tehditkarın bilmediği şey Johnun bölgenin arızası Benny nin kardeşi olduğu gerçeğidir. Benny Çocuğa haddini bildirir. John lise boyunca Bennynin kötü namı yüzünden ön yargılarla boğuşur. Sonunda kaçınılmaz olan değişim başlar. 
Neds kavramı İskoçyada polislerin eğitimsiz çocuk suçluları sınıflandırırken verilen ismin kısaltması: Non-Educated Delinquents
Filmin yönetmeni Peter Mullan aktör oyunculardan. Filmde de kısa bir rolde oynuyor. Johnun alkolik babası olarak karşımıza çıkıyor. Filmin oldukça berrak bir anlatımı var. Dönemini mükemmel şekilde yansıtıyor. Bireyi yalnızlaştıran eğitim sistemine sağlam şekilde giydiriyor. İşin acı yanı filmde yerden yere vurulan eğitim sisteminin bizimkinden iyi durumda olması. Film, ilk yarısı mizah yüklüyken ikinci yarısı şiddet dolu bir kara filme dönüşüyor. Mullan seyirciyi metafor banyosu yaptırıyor. Johnu oynayan Conor McCarron un ilk filmi ve nerdeyse Baba filmindeki Al Paçino kadar sağlam bir dönüşüm performansı sergiliyor. Çocuk, şiddet bağlamında film bana Sineklerin Tanrısını da hatırlattı. Film, sokaklarda olan bitenlere baktığınızda çocuğunuzun, çocukluğunuzun elinizden ne denli kolay kayıp gidebileceği hususunda da sanki ders vermeye de soyunmuş. Buna rağmen tavsiyem tabii ki çocuklarınızla izlememeniz yönünde. Hem küfür hem de şiddet salonunuza adeta kamyonla dökülüyor. Bu filmde çocukların değil yetişkinlerin alması gereken dersler var. Kapanış sahnesi de ancak başyapıtlarda göreceğiniz türden.

7 Haziran 2012

GÜZELLİK

Güzellik bir mutluluk vaadidir. Ne zaman güzel birşey görsek ona ulaşmanın ona benzemenin ne kadar zor olduğunu düşünür hüzünleniriz. Yıllar önce kovulduğumuz cennetin yeryüzüne yansımasıdır güzellik.

9 Nisan 2012

The Descendants

Film, Matt King'in (George Clooney) mutsuz bir monoloğuyla başlıyor. Sırf cennet gibi bir adada yaşamanın tek başına insanı mutlu edemeyeceğinden ve bunun anakaradaki arkadaşları tarafından anlaşılmamasından yakınıyor. Aslında karısının ölüm döşeğinde olması da bu hissiyatı güçlü şekilde besliyor. Matt aslında pek te ilgilenmediği kızlarıyla da bu yoklukta ilgilenmek zorunda kalıyor ki bu da uzmanlaştığı tüm alanların maalesef dışında kalıyor. Bir çok profesyonel durum için uzman sayılan Matt kızlarının idaresinde çuvallıyor. Buna kızlarına annelerinin öleceği gerçeğini söylemek te dahil. Bir yandan da ailesine ait, bir vakfa bağlı tam 100.000 dönümlük arazinin satışıyla ilgilenmek zorunda kalıyor. Matt bu süreçte karısının kendisini aldattığını öğrenince filmin seyri biraz değişiyor. İnsanlara ölüm kavramından uzaklaşmak ve sadakati irdelemek daha kolay geliyor. Ölümden daha kolay içselleştirebilecekleri sadakatsizlik adeta bir can simidine dönüşüyor. Ölüm kavramı sorgulanamadığından, ölmek ve yalnız bırakma eylemleri hep sadakatsızlık üzerinden cezalandırılıyor. George Clooney takdir edilesi bir performans sergiliyor. Film çok samimi ve içten. Yönetmen Alexander Payne bağımsız film jargonuna sonuna kadar sadık kalıyor. Film bir hesaplaşma ve yüklerden arınma filmi. Belki de arka plandaki Havai, trajedinin dozunu hafifletiyor. En olmadık zamanlarda bile ufak espriler var. Sid karakteri yol yordam bilmeyen adam olarak bu yükü sırtlıyor.
Sonuç olarak filmin final sahnesi her milletten insanın özdeşleşebileceği tarzdan.
Ailecek çok sevdik.

12 Şubat 2012

Hayatımdan Memnun Değilim Psikolojisi

Geçen gün gazetelerde facebook tarzı sosyal ağların insanları mutsuz yaptığına dair bir haber çıktı. Bunun nedeni insanların kendi hayatlarını arkadaşlarının hayatlarıyla karşılaştırması ve arkadaşlarının çok mutlu olduklarına kanaat getirip kıskançlıkla karışık bir mutsuzluk duygusuna kapılmasıymış.
Çünkü facebook da insanların hayatlarının gerçekten de rafine halini görüyoruz. Profillerinde İnsanların mutlu evlilikleri, herzaman gezecekleri paraları ve hayatı paylaştıkları fantastik dostları var. Çoğu zaman bu yüzlerini gösterirken riyakar davranıyorlar. İnsanlarla buluştuğunuzda siz sıkıntıdan kıvranırken onlar muhteşem hayatlarından bahsediyorlar.  Taa ki siz minik bir sırrınızdan bahsedinceye kadar. Benim insanların başına gelmesinden hoşlanmayacağı boşanmaya çalışmak gibi bir derdim var. Ama bu benim zaten başıma geldiği ve üzerinden zaman da geçtiği için kabullendim. İnsanlar hal dert sorduğunda bundan bahsedince insanların tutumu değişiyor. Hayatlarındaki karanlık noktalara açılan kapılar ardına kadar açılıyor ve karanlık üzerinize boşalıyor. Bu gerçekler için bir bedel ödemek gibi. Dertlerim insanların gerçek yüzünü görmek için bir anahtar oldu benim için şu ana kadar. Karşımdakiler benim ödediğim bedelleri öğrenmeyi büyük bir lütuf sayıp kendi sırlarını döktüler. Facebook taki gibi demo hayatlar yok. Tüm numarası fragman olan insanları sinemaya çekmeye çalışan kötü filmler gibi. Çekilen mutlu fotoğrafların ardından hiç konuşmayan çiftler, gittiği geziden nefret eden insanlarla dolu etraf. Bazı şeyler olması gerektiği gibi. Ama ahaliye (society der ecnebiler) oynanması gereken bir mutluluk oyunu var. Eskiden sadece kendi kendimize yaşa dığımız hayat daha güzeldi. Mutsuzsak mutsuzduk.
Şimdi hayatlarımızı kendi ellerimizle TRUMAN'ın hayatına dönüştürüyoruz. Farkımız, O bundan bihaberdi. Mutluydu ama gerçekleri öğrenince buna son verdi. Biz bunu biliyoruz. Mutsuzuz ama bir iki olumlu yorum kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyor. Gerçekten o hayatı yaşadığımıza bir an biz de inanıyor ve devam ediyoruz.

22 Ocak 2012

CLASH OF THE DELICIOUS-Kahve VS. Çikolata

Ağzınıza bir çikolata atın. Ağzınıza tadını yayıp başlar krallığını kurmaya. Kahvenizden yudumlayın. Hızlıca girer devreye ve biraz bastırır çikolatayı. Sonra savaş başlar. Savaşı katı olmanın verdiği avantajla çikolata kazanır. Ama bu mücadeleden zaferle ayrılmanın verdiği güçle daha lezzetli ve keyiflidir. Tat reseptörleri bayram eder.