kertenkeleler dünyadan tamamen yok olsalar da sistemde hiçbir değişiklik olmaz, bu yüzden kertenkeleler dünyanın tek bağımsız canlılarıdır ve ben de onların kralı jim morrison’um. 1943’te melbourne florida’ya kuyruklu bir yıldızdan koparak düştüm. yaşamla ölüm arasında gezindim hep ama yaşamı ilk algıladığım an, ölümü, ilk keşfettiğim andı.
o günden beri yaşamın sunulan ve görülenden ibaret olmadığına inandım. daha fazlasını, her zaman, görünenin ardına yaptığım gizemli yolculuklarda aradım, şiir ve müzik ötekilere yumuşak dokunuşlar yapmamı sağladı.
beni daha derin düşünmeye ve görünenin ötesine geçmeye sevk eden en dipsiz korkularıma yoğunlaştım; onlardan korkmak yerine yeni boyutlara geçişin heyecanını hissettim ve korkunun gücü kayboldu. hayatın karanlık tarafıyla ilgilendim hep, kötü olanla, gece zamanıyla, ölümle. gizemlerle yüzleşmenin, daha derine inmenin zarif yollarında yürüdüm.
lise ve üniversitede bir sürü defter tutuyordum ama okulu bıraktığımda aptalca bir şey yaparak hepsini attım. şimdi attığım o iki, üç defterden daha fazla istediğim bir şey yok. geceler boyu o defterlere ne yazdığımı hatırlayabilmek için hipnotize edilmeyi ya da kafamı tamamen dumanlamayı düşünüyorum. ama belki de onları atmasaydım hiçbir zaman emsalsiz bir şey yazamazdım, çünkü onlar temelde okuduğum ya da dinlediğim şeylerin bir birikimiydi, kitaplarda altını çizdiğim cümleler gibi...
şiire hayranım, benim gibi bilinenle bilinmeyen arasında gezinir, pek çok anlama gelebilir, bir labirent ya da bilmece gibi üzerinde düşünülüp insanların kendi durumlarına uyarlanabilir. işte bu yüzden seviyorum şiiri, sonu olmadığı için. insanlar yaşadıkça kelimeleri ve onların bir araya gelişlerini hatırlayacaklar. bir soykırımdan kurtulabilecek şeyler, şiirler ve şarkılardır. kimse bir kitabın tamamını hatırlayamaz. kimse bir filmi, bir heykel ya da bir resmi tam olarak anlatamaz. ama insanoğlu yaşadıkça şiir ve şarkı devam edecektir.
ingiliz blake, fransız baudelaire ve rimbaud, duyguların kara örtülerinin içine beni nazikçe soktular. bu buluşma tüm çırpınışlara bir yol çizdi ve sınırların sonsuzluğunu arama yolculuğu başladı. karanlığa o kadar uzun süre baktım ki artık orada neler olup bittiğini görmeye başladım.
seksi, gizemleri, boyutlar arası seyahatleri, cinayeti, deliliği ve ölümü bu gerçekdışı efsunlu satırlarda buluyorum. ben tek bir bedene hapsedilmiş sonsuz bir köleyim ve satırlarda özgürleşiyor ruhum. düşünceler arasında gezinen küçük bir prens, kanatları olan ölü bir tırtılım.
ben deri ceketli rimbaud’yum. başkaldırı, düzensizlik ve kaosa ilişkin her şey ilgimi çekiyor, özellikle de görünüşte hiçbir anlamı olmayan eylemler. özgür hareket, davranış... olduğundan başka hiçbir şey olmayan eylemler. sonuç yok, sebep yok. yönlendirilmemiş, özgür eylem. eğer bu akışa kapılıp özgürce yaşarsanız çevrenizdeki insanlar farklı bir hareket yaptığınızı düşünür ve huzursuzlanırlar; ya sizden kaçarlar ya da size engel olurlar.
aileler, toplum, devlet ve tüm diğer kurumlar, bütün bencilliklerini ortaya koyarak aynı kalıpta insanlar yetiştirmeye çalışıyorlar. herkes kendi dünyasını hayatından aldığı tecrübelerle kurmalı. insanlar başkaldırmalı, hiçbir siyasi ve toplumsal baskıya boyun eğilmemeli. kurallar yıkılmalı ve her zaman da yıkılacaktır zaten, çünkü bir kuralı yıkma isteğini, yaratan tek şey kuralın varlığıdır. eğer kural olmazsa, onu yıkma isteği de olmaz.
ben bireyi kontrol altına almak isteyen toplumlara, karşı gençliğin isyanını temsil ediyorum. hayatın boğucu atmosferine öfke ve nefret tohumları saçıp bir
yandan da dünyanın geri kalanını eğlendiriyorum. hayatın tozpembe olmadığını biliyorum ve kötü şeyleri görmezden gelip mutlu bir insan rolü yapmanın aptallık olduğunu düşünüyorum. nihilizme sığınıyorum, bilinci, karanlık bilinçaltını ve keşfedilmemiş arzuların dış görünüşlerini benimsiyorum. çılgınlıkların tüm sınırları ne kadar genişletebileceğini merak ediyorum. algıların ötesine geçmek istiyorum. aldous huxley’den beyin ve sinir sisteminin, dışarıdan gelen bilgileri eleyerek kişiye kısıtlı algılama hakkı tanıdığı ancak alkol ve lsd’nin bunların çok ötesinde algılama olanakları yarattığını öğrendim. william blake de beş duyunun, mükemmel derecede gelişip açılmasına dek, bedenin ruhun hapishanesi olduğunu söylemişti.
duyular ruhun pencereleridir...
artık algılamayı değiştiren bu yolların birçoğu, yalnızca doktor kontrolünde elde edilebiliyor ya da yasadışı yollarla. batı kültürü alkol ve tütüne izin veriyor. duvarın öte yanına açılan tüm kimyasal kapılar uyuşturucu , bu kapıları izinsiz açmaya çalışanlar ise keş olarak damgalanıyor. ama kurallar ve yasaklar, ruhun sonsuz keşif yolculuğunun önüne çıkan cılız engellerden öteye geçemeyecekler. eğer gerçekten nelerin uyuştuğunu görmek istiyorsan dikkatlice ve açık bir algıyla çevrene bak, bir süre sonra her şeyin potansiyel uyuşturucu olduğunu göreceksin ve tek yapmam gerekenin algılarını her zaman özgür bırakmak olduğunu anlayacaksın.
tanrılar hayallerle uyuşturur bizleri. bizlere kitaplar, konserler, şiirler, şovlar, sinemalar verirler. sanat yoluyla kafamızı karıştırırlar ve kendi köleliğimizin içinde kör ederler bizleri. sanat, hücre duvarlarımızı süsler, sessiz ve bir örnek tutar bizi. karanlığa zahiri bir ışık tutar, hayali aydınlanmalar yaşatır. farklı bakışlar oluşturur, daha da karmaşıklaştırır görmeye çalıştıklarımızı. sanatın verdiği kişisel tatminlerin şiddeti, seksin bile yerini alacak doygunluklar verir. özgüven ve beğeni sağlayarak daha sivriltir duruşumuzu. sanat aydınlatmaz ya da özgürleştirmez, yoğunlaştırır...
ben de yoğunlaşmanın sınırları denedim, her şeyden büsbütün sıyrıldım. kaybolmuş cenneti arıyorum ve diğer dünyayı hiç düşlememiş birinin beni algılamasını beklemiyordum. algı kapılarının karanlık koridorlarında yılanbaşlı şamanlarla, vahşi hayvanlarla karşılaştım. ateşin şiddeti, seksin çığlıkları kulaklarımda yankılanıyordu.kendimi kaybedercesine savurdum, daha karanlığa ve derine...
hayata değişik bir açıdan bakabildiğime inanıyorum ama içinde yaşamayı becerebildim mi, bilmiyorum... aslına bakarsanız bu pek de umurumda değil. sadece tüm sınırları merak ettim diyelim ve peşinden gittim. bilinen ile bilinmeyen arasındaki kapılara her dokunuşum, ruhumun derinliklerindeki zebanileri özgür bıraktı, kapılardan sızan ışıklar bedenimi hafifletti...yükseliyordum, katman değiştiriyordum...
mutlak muğlaktır...
her şey göründüğünün ötesinde başka duvarlara dayanmıştı ve ben o duvarlara dokunabiliyordum.
görüntünü ardındakine ulaşmanın esrarengizliği ve çekiciliği kaybolmamalı. gizemli, sansasyonel, seksi bir rockstar görünümünün ardındaki ince ve duyarlı şairi gizledim çoğu zaman ama o, bazen şarkı sözlerinde gösterdi kendini. hep şair olarak anılmak istiyorum ve şiirle baş başa kalabilmek için yaratılan bu sahte, imajlardan kurtulmam gerekiyor. belki ölü taklidi yaparak hawaii’ye kaçarım, belki metabolizmam ruhumun arınma sürecine ayak uyduramaz ve iflas eder, belki ölüme kendim giderim, belki de bambaşka bir şey ... ne fark eder ki...
tek istediğim öldükten sonra şiirlerime devam etmek, müziksiz ama ritmik, akıcı ve sonu belirsiz saf şiire...
her şeyin ötesinde, artık sona doğru yaklaştığımı hissediyorum. kusursuz ve arzu dolu bir sona... algıların kapılarını teker teker açarken geçtiğim her eşikte biraz daha sendeliyorum, artık kendimi tutmak gibi bir zorunluluğum yok. alevlerin akışını hissediyorum. titreşimler bedenimi sarıyor, kendimi daha özgür bırakıyorum ve tüm eşikler sonsuz bir hayal gibi ardımda sıralanıyorlar. kıpırdamadan boşluğun içinde kayıyorum, gittikçe hızlanıyor ve yumuşaklaşıyor. sürtünme bedenimi kavrıyor. parmaklarım kıvılcımlar saçıyor, yavaşça ve huzurla enerjiye dönüşüyorum. sonunda ruhumu ve bedenimi tam olarak birbirine karıştırabiliyorum.
bir kuyruklu yıldız olmak istiyorum, herkesin durup baktığı, birbirine gösterdiği bir kuyruklu yıldız, sonra....ansızın bir patlama ve ben yokum.
bir daha hiçbir zaman böyle bir şey göremeyecekler ve beni hiç unutmayacaklar...
(yalın ince, kuyruklu yıldızdan düşen kertenkele, k dergisi, sayı 27, nisan 2007,İtü Sözlükte psycho killer yazıya dökmüş.)